Yobazlık nedir, biliyor musunuz? Her yerde ve her durumda karşımıza çıkan yobazlık, salt dogmalara bağlı kalmak değildir.
Yobazlık, ayın 13'ünü lanetli saymak da olabilir, siyah kediye lanet etmek de, kurşun döktürmek, benim tanrıma inanmıyor diye adam öldürmek de...
Ama asıl yobazlık, 'kader'in üstünlüğünü kabul etmekle ortaya çıkar, evet: her kazayı, başarısızlığı, yenik düşmeyi 'kader'e bağlamaktır, 'kısmet değilmiş' demektir yobazlık...
Yobazlık, mağlubiyetin adını 'nasip' yapmaktır, kitap sandığınız kadere bağlamaktır.
Evet.
Evet!
Kader nedir peki? İnanılan kader gerçekten de ne olabilir?
Aileniz...
Irkınız...
Cinsiyetiniz...
Adınız...
Kalıcı sağlık sorunlarınız...
Kaldı ki, şu seçeneklerin bile çoğunu değiştirmek mümkün günümüzde, 'kaderin yazısını' bu derece müdahale de söz konusu, 'ebilite'lik söz konusu...
Ne dininiz kaderdir, ne başarısızlıklarınız, ne de tüm hayatınız. Bunları bir 'bilen'in olduğuna inanmanız, yazılı bir kitap olduğunu, ve hatta bunların avucumuzda yazdığını göstermez, saçmalamayın...
saçmalamasınlar...
Hiç bir kitap yahut hiç bir tanrı, beni kendine bağlı bir köle yapamaz, fahişe haline dönüştüremez. Bu sizin yıllarınız, aylarınız, günleriniz ve saatleriniz...
Başkasının değil!
30 Haziran 2009 Salı
28 Haziran 2009 Pazar
Meksika Sınırı

Ülke T.V'de, her cuma 22.30-23.00 arası herhangi bir saatte başlayan programdır. Kaçta mı biter? Tarık Tufan, İsmail Kılıçarslan ve Selahattin Yusuf ne zaman isterse...
Kim ne derse derse, ne Murat Bardakçı tarih bilgisiyle, ne Okan hoş sohpetiyle, ne Şansal-Erman kahve muhabbetiyle, bu 3'lü 'islamcı entelektüel'in verdiği zevki veremiyor. Ve evet, 'islamcı entelektüel' de oluyormuş dedirtiyor sizlere...
Emperyal ve vahşi capital karşıtılar, hemen hemen sosyalist islamcılar. Bu kavramı yaratan da kendileri...
Belki de bu yüzdendir, Sırrı Süreyya Önder'i programa katıp olağanüstü seyir zevki verdikleri...
Ben aralarında en çok Selahattin'i severim, islamcılıktan uzak, objektif biri, işçinin oğlu, zor şartlardan buralara tırmanmayı başarmış biri...
Tarık Tufan, 'yok artık' görüşlere öyle bir bağlıyor ki sizleri, öyle ki yani...
İsmail Kılıçarslan, programın 'moderatörü' konumundadır, şiir seslendirmeleri ve bulduğu video-filmlerle programı renklendirir...
Neyse, susayım ben, siz en iyisi izleyin bu üçlüyü.
seni de seviyoruz meksika sınırı... (=
Nefret kusan yazı
İlköğretimden beri, ve hatta hala bize empoze edinilmeye çalışılan bir bokluk var: 'Türkiye'de yaşayan herkes, Türk'tür ve milliyetçidir!'...
Açık konuşalım mı?
Nah öyledir!...
Milliyetçileğe karşı / milliyetçilik için kaç kişi kanını akıtmıştır bu ülkede? Cunta yönetiminin komünist-faşist çatışmaları değil miydi 'ülke karışıyor' demesine sebep?
Kenan evren değil miydi, 'darbe için 500 gün bekledik' diyen?
Neler olmuştur bu 500 günde? Faşist-komünist çatışması...
Pekii, bu kadar kandan ve ideolojik çatışmadan sonra, bu ülkede yaşayan herkes milliyetçi, herkes faşist oluyor, öyle mi?
Açık konuşalım mı?
Nah öyledir!
Nah!
Nah!...
Açık konuşalım mı?
Nah öyledir!...
Milliyetçileğe karşı / milliyetçilik için kaç kişi kanını akıtmıştır bu ülkede? Cunta yönetiminin komünist-faşist çatışmaları değil miydi 'ülke karışıyor' demesine sebep?
Kenan evren değil miydi, 'darbe için 500 gün bekledik' diyen?
Neler olmuştur bu 500 günde? Faşist-komünist çatışması...
Pekii, bu kadar kandan ve ideolojik çatışmadan sonra, bu ülkede yaşayan herkes milliyetçi, herkes faşist oluyor, öyle mi?
Açık konuşalım mı?
Nah öyledir!
Nah!
Nah!...
27 Haziran 2009 Cumartesi
Micheal Jackson

Üç çocuk babası olan Michael Jackson, 25 Haziran 2009 günü Los Angeles'taki evinde geçirdiği rahatsızlık sonucu koma hâlinde hastaneye kaldırılmış fakat kurtarılamamış ve kalp durması nedeniyle 50 yaşında hayatını kaybetmiştir.
(wikipedia-)
M.Jackson, bizim dönemimizde çok da öne fırlayan bir sanatçı değildi. Bu yüzden kendisini yakından tanıyan biri değilim. Yine de diyebilirim ki, Jackson pop'un hem kralı, hem de en büyük devrimcisidir.
İlk seneryolu klibini çekmesinden tutun da, özgün dansı, rekor albüm satışı ve beyaz olmasından sonra 'they don't care about us' şarkısını brezilya'da çekmesine kadar, tırnağına kadar bir devrimcidir Jackson. (ek$i-)
Beatles ve sonrası diye ayırırdım eskiden müzik tarihini, ölümünden sonra şarkılarını ve kliplerini gördükçe anlıyorum ki, Beatles sonrası müzik de Jackson ve sonrası diye ayrılır...
Söyler misiniz, çöpçüşünden minibüsçüsüne kadar Jackson'dan başka tanınan, kaç yabancı isim var?
Ve yine, Jackson'un müslüman olup olmadığını önemseyen kaç denyo var, parmak kaldırsın...
İlk seneryolu klibini çekmesinden tutun da, özgün dansı, rekor albüm satışı ve beyaz olmasından sonra 'they don't care about us' şarkısını brezilya'da çekmesine kadar, tırnağına kadar bir devrimcidir Jackson. (ek$i-)
Beatles ve sonrası diye ayırırdım eskiden müzik tarihini, ölümünden sonra şarkılarını ve kliplerini gördükçe anlıyorum ki, Beatles sonrası müzik de Jackson ve sonrası diye ayrılır...
Söyler misiniz, çöpçüşünden minibüsçüsüne kadar Jackson'dan başka tanınan, kaç yabancı isim var?
Ve yine, Jackson'un müslüman olup olmadığını önemseyen kaç denyo var, parmak kaldırsın...
26 Haziran 2009 Cuma
Agnostizm
Sözlük anlamı olarak agnostizmi incelersek, 'bilinemezcilik' olduğunu görebiliriz. Ancak, neyin 'bilinemezciliği' olduğunu göremeyiz.
Russell'a sorarsanız, agnostizm, Sokrates'in tam karşısında duran, eski Yunan'da zamane akedemisyenleri diyebileceğimiz 'sofist'lere dayanmaktadır. Bunun sebebi, Sokrates'in sürekli bir 'mutlak doğru'yu arayış içinde olması, sofistlerin ise mutlak doğru olmadığını, olsa bile bunu bilemeyeciğimizi söylemesi olarak yorumluyorum ben...
Ancak dinsel anlamda agnostizm, teist inançların kesinkes reddedilmesi, bir Tanrı'nın var olup olamayacağını ise insanoğlunun 'bilemeyeciğini' öne sürer. Anlayacağınız agnostizm, deizmin daha laçkalaşmış, ancak felsefi yaklaşımı çok daha yüksek(?) bir şeydir. (neydir? inançtır, inanç...)
Agnostizm, kişi tarafından yaşanmaya başladığında tam bir dünyayı çözmüşlük hali görünümü verse de, aslında felsefe işlevinin durmasıdır yalnızca.
Çünkü kişi, hem tanrı hem din konusunda 'var mı, yok mu?' ikilemindeyken, 'biz bunu bilemeyiz' diyerek hem kendi beynini, hem insanlığı küçümsemeye gider.
İyi bir düşünürün agnostik olması, mümkün değildir.
Çünkü iyi bir düşünür ya tanrı'ya inanmıyordur, yada tanrı'nın varlığını biliyordur.
Yaratan olup olmadığını 'bilmiyorum' diyip, aynı zamanda nefes alabilmek, salaklara özgü olmalıdır.
Değil mi russel?..
Russell'a sorarsanız, agnostizm, Sokrates'in tam karşısında duran, eski Yunan'da zamane akedemisyenleri diyebileceğimiz 'sofist'lere dayanmaktadır. Bunun sebebi, Sokrates'in sürekli bir 'mutlak doğru'yu arayış içinde olması, sofistlerin ise mutlak doğru olmadığını, olsa bile bunu bilemeyeciğimizi söylemesi olarak yorumluyorum ben...
Ancak dinsel anlamda agnostizm, teist inançların kesinkes reddedilmesi, bir Tanrı'nın var olup olamayacağını ise insanoğlunun 'bilemeyeciğini' öne sürer. Anlayacağınız agnostizm, deizmin daha laçkalaşmış, ancak felsefi yaklaşımı çok daha yüksek(?) bir şeydir. (neydir? inançtır, inanç...)
Agnostizm, kişi tarafından yaşanmaya başladığında tam bir dünyayı çözmüşlük hali görünümü verse de, aslında felsefe işlevinin durmasıdır yalnızca.
Çünkü kişi, hem tanrı hem din konusunda 'var mı, yok mu?' ikilemindeyken, 'biz bunu bilemeyiz' diyerek hem kendi beynini, hem insanlığı küçümsemeye gider.
İyi bir düşünürün agnostik olması, mümkün değildir.
Çünkü iyi bir düşünür ya tanrı'ya inanmıyordur, yada tanrı'nın varlığını biliyordur.
Yaratan olup olmadığını 'bilmiyorum' diyip, aynı zamanda nefes alabilmek, salaklara özgü olmalıdır.
Değil mi russel?..
25 Haziran 2009 Perşembe
Polis de insan(?)
Geçen hafta gazetede bir haber okudum: 'Polisler de genelevlere giriyor!'...
Genelev dediğiniz nedir? Para karşılığı, kanalizasyon, ups! pardon, bir kadınla beraber olmaktır.
Bu kadının işidir: Maaşını / rüşvetini bedenini satarak kazanmak...
O da normal memur gibi, 'herkese' aynı muameleyi yapmak zorundadır.
Mesai saatleri vardır.
Emeklilik yaşı 65'tir. (n'ooldu? dur, ağlama...)
Pekii, geneleve giden çift ayaklılar insan da, yurdum polisi insan değil midir?
Lütfen, biraz anlayış....
Genelev dediğiniz nedir? Para karşılığı, kanalizasyon, ups! pardon, bir kadınla beraber olmaktır.
Bu kadının işidir: Maaşını / rüşvetini bedenini satarak kazanmak...
O da normal memur gibi, 'herkese' aynı muameleyi yapmak zorundadır.
Mesai saatleri vardır.
Emeklilik yaşı 65'tir. (n'ooldu? dur, ağlama...)
Pekii, geneleve giden çift ayaklılar insan da, yurdum polisi insan değil midir?
Lütfen, biraz anlayış....
Altlarına sıçsalar ABD diyecekler...
Ahmedinejad ile birlikte, İran basınından bir kaç kırmançi de yaşanan olayların temelde 'ABD oyunu' olduğunu, ABD'nin meseleyi kışkırttığını falan öne sürüyorlar. Bizde de '80 cuntasında kalanlar, (bizimkiler halletti abi diye telefon açılmıştı, hatırladınız?) ABD'nin hala ufak devletlerinin iç işlerine karışma merakının olduğunu zannediyorlar.
Yoktur efendim. Varsa bile, bu kışkırtmalar ve olaylar salt ABD kaynaklı değildir. Her devletin 'içinde' büyük çaplı, evrensel örgütler vardır, ve bu örgütler gayesine ulaşabilmek için her yolu deneyeceklerdir. Bu örgüt Türkiye'de de vardır, ABD'de de vardır, İngiltere, İsrail, İran ve hatta Azerbeycan gibi çapsız ülkelerde de...
Hangi örgütün, İran'ı kışkırtmak için 'kazı yaptığını' bilemezsiniz. Tahminen de mossad falan kalkışıyordur buna, ancak ABD'nin İran'ı bitirmek, içten yok etmek gibi bir devlet politikası olamayacaktır.
Emperyal ABD son kozunu Irak ile oynamıştır, ve Bush döneminde dünya kamuoyuna 'göt oğlanı' görünümü verdiği için (ki tınına bile dokunmaz bu ABD'nin) bu dönem en azından barışçıl bir yol izleyecektir.
Bunları bile görmesine gerek yoktur İran'ın. Ortalığa çıkıp 'bizi üzdün Obama, lafını geri al nolur' demek yerine, soruna dokunmadan, 'ılımlı' yaklaşarak çözmeye çalışmalıdır. Çünkü isyancılardan tek birinin kanı devlet tarafından dökülürse, İran işte o zaman tadar isyanı...
Yoktur efendim. Varsa bile, bu kışkırtmalar ve olaylar salt ABD kaynaklı değildir. Her devletin 'içinde' büyük çaplı, evrensel örgütler vardır, ve bu örgütler gayesine ulaşabilmek için her yolu deneyeceklerdir. Bu örgüt Türkiye'de de vardır, ABD'de de vardır, İngiltere, İsrail, İran ve hatta Azerbeycan gibi çapsız ülkelerde de...
Hangi örgütün, İran'ı kışkırtmak için 'kazı yaptığını' bilemezsiniz. Tahminen de mossad falan kalkışıyordur buna, ancak ABD'nin İran'ı bitirmek, içten yok etmek gibi bir devlet politikası olamayacaktır.
Emperyal ABD son kozunu Irak ile oynamıştır, ve Bush döneminde dünya kamuoyuna 'göt oğlanı' görünümü verdiği için (ki tınına bile dokunmaz bu ABD'nin) bu dönem en azından barışçıl bir yol izleyecektir.
Bunları bile görmesine gerek yoktur İran'ın. Ortalığa çıkıp 'bizi üzdün Obama, lafını geri al nolur' demek yerine, soruna dokunmadan, 'ılımlı' yaklaşarak çözmeye çalışmalıdır. Çünkü isyancılardan tek birinin kanı devlet tarafından dökülürse, İran işte o zaman tadar isyanı...
24 Haziran 2009 Çarşamba
Neşeli yazı
Oh Life - Desiree
efendim her nedense bugün pek bir neşeli olasım, şarkılarla iç içe olasım var. bkz: küfür bile etmedim bugün, şarkımı dinledim, istanbul sıcağını bile dışarıdan dışarıdan çektim.
şimdiyse bizlere des'ree eşlik ediyor ve 'oh life' diyor güneşi ve yaşama sevincini artıran o tatlı melodileriyle.
mutlu kal istanbul.
Manga: Şehr-i Hüzun...

Türkiye'den pek az grup ve kişi fırlamıştır, öznel anlamda müziğini yapabilen. Mor ve Ötesi, Manga, Teoman gibi abilerimizi ayrı tutuyoruz tabii ki.
Ancak Manga'nın çıkardığı albümlere ve şarkılara dikkat edersek, aslında 'yerel Linkin Park' olduğunu gayet anlıyabiliriz.
2oo9 albümüyle tekrar kulağımızın kirini alıyor Manga, ben de albümden bir parçayı paylaşmak istedim.
Good Night MTV: see you on next fuckin' sunday.
Seni de seviyoruz Manga... (=
23 Haziran 2009 Salı
Paronayak olmam, takip edilmediğim anlamına gelmez
Niçin yaşadığınızı hiç düşündünüz mü? Ne uğruna nefes alıyorsunuz?
Para?
Seks?
İstediğiniz meslek?
Siyaset, sanat, sporla isim yapmak?
Peki, bunların hepsini elde ettiğinizde istediğiniz şey ne olur?
Ölmemek mi?
Ölmemek!
Bunların hiç birini elde edemeyeciğiniz taktirde ne yaparsınız?
Katlanır mısınız?
Katlanırsınız!
Kendinizi mutlu hissetmek için pollyana olur musunuz bazı bazı?
Olursunuz!
Ve derken havuz başında yurt dışına çıkmak üzere olan çocuğunuz için meraklanmak yerine t.v.'de bir dizideki orospunun ne duruma düşeceğini düşünüp telaşa, meraka kapılır mısınız?
Kapılırsınız!
Kırımış eşinizle cinselliği bile unutup 'akşam yemekte ne var' derdine düşer misiniz?
Düşersiniz!
....
büyüyün ulan, büyüyün!...
Para?
Seks?
İstediğiniz meslek?
Siyaset, sanat, sporla isim yapmak?
Peki, bunların hepsini elde ettiğinizde istediğiniz şey ne olur?
Ölmemek mi?
Ölmemek!
Bunların hiç birini elde edemeyeciğiniz taktirde ne yaparsınız?
Katlanır mısınız?
Katlanırsınız!
Kendinizi mutlu hissetmek için pollyana olur musunuz bazı bazı?
Olursunuz!
Ve derken havuz başında yurt dışına çıkmak üzere olan çocuğunuz için meraklanmak yerine t.v.'de bir dizideki orospunun ne duruma düşeceğini düşünüp telaşa, meraka kapılır mısınız?
Kapılırsınız!
Kırımış eşinizle cinselliği bile unutup 'akşam yemekte ne var' derdine düşer misiniz?
Düşersiniz!
....
büyüyün ulan, büyüyün!...
İsyan rejime mi?

İran'da seçim sonrası yeni bir kaos ortamı başladı ya, hemen başladılar İran'ı yıkıp yıkıp yeniden kurmaya. 'Halk artık şeriatı istemiyor' diyenler var yahu!... İran halkı, şeriatı istemiyormuş. 'Allahuekber, Humeyni rehber!' diyen halk, şeriat rejimini istemiyormuş yani...
O da iyi...
Gülüşmeleri bir yana bırakalım da, niçin İran Cumhuriyeti'nde çatışmalar patlak verdi, bunu irdeleyelim. (bak, şeriat varken de cumhuriyet oluyormuş...)
Ama önce şu 'rejim değişsin' demekle, 'reformlar gerçekleştirilsin' arasındaki kalın farkı anlamamız gerekiyor. Rejim değişikliği, devrim gerçekleştirmek demektir. "emperyalizmden-sosyalizme" geçiş yapan Rusya gibi. Yahut Humeyni'nin şeriat yönetimi "devrimi" gibi...
Reform ise, 'mevcut yönetimde' meydana gelen 'yenilik hareketleri'dir. İran halkı, yenilik istemektedir. Bizde başörtülü "kamusal" alanlara girilmesinin yasak olması faşizanlığı varsa, İran'da da başörtüsüz gezilmeme, yahut sahilde 'sevişmeme' gibi faşizanlıklar mevcuttur. Bu saçmalıklara, zina yapan kadına devlet tarafından 'recm' cezası uygulatılması, hırsızlık yapan şahıs çocuksa bileğinin kırılması, reşitse elinin kesilmesi gibi gerici politikaları da ekliyebiliriz...
Biz dogmalarımızı kıramadık, umarız İran köklü bir değişikliğe gider.
Tekrar çatışma sebeplerine dönersek, dünya kamuoyu'nun sempatisini kazanmış Ahmediejat'ın, reform isteyen tüm lidelerin içeri atılmasına müsaade etmesini de ekliyebiliriz...
Devrim muhafızlarının sebebini anlıyamadığım bir biçimde sessiz kalmasını da...
Sayımlar sonuçlanmadan Musevi'nin de, Ahmedinejat'ın da galip olduğunu ilan etmesini de...
Bu ilanlardan sonra 'hile karıştı' diye laf çıkartılmasını da... (hadi 3 olur, 5 olur ama, 11.000.000'un da hilesi olmaz be kardeşim!)
Sonuç olarak, İran İşçi-Komünist Partisi dışında rejim değişikliği isteyen maalesef yok, ortada bir seçim hilesi falan da yok...
Yalnızca sosyal gericilikte boğulan halkın 'reform' isteği var, Musevi'nin ve geçmiş dönem 3 cumhurbaşkanın, eşlerinin ve çocuklarının devrim muhafızları tarafından içeri atılması denyoluğu var...
22 Haziran 2009 Pazartesi
Cehaletin Daniskası Ödülü #1
2008-2009 yılında hükümetin 'kürt açılımı', yaymaya çalıştığı çok etnikli 'mozaik ulus' ve genelkurmayın sürekli ekranlara çıkıp 'türklükle' ilgili açıklama yapması tek bir isme yöneltiyor bizleri: Alpaslan Türkeş...
Bir kızını Kürt kökenli, diğerini İngiliz'e veren türkçü Türkeş, bakın Kürdün, Türkün, Rumen'in, Karaman Avrupalı'nın, Lazın, Abaza'nın, Ermeni'nin, Yahudinin ve pek çok yabancı etnik kökenli kimselerin yaşadığı ülkemiz için ne yorumu yapıyor ve birinci cehalet daniskası ödülüne hak kazanıyor:
-Ne mozaiği ulan?
Bir kızını Kürt kökenli, diğerini İngiliz'e veren türkçü Türkeş, bakın Kürdün, Türkün, Rumen'in, Karaman Avrupalı'nın, Lazın, Abaza'nın, Ermeni'nin, Yahudinin ve pek çok yabancı etnik kökenli kimselerin yaşadığı ülkemiz için ne yorumu yapıyor ve birinci cehalet daniskası ödülüne hak kazanıyor:

Niye sevmiyorum?
Geçen hafta acıbadem köprüsünden aşağı tarafa doğru yürüyordum, orada daha önce yürüyenler bilir, ufak bir büfe vardır ismini hala aklımda tutamadığım, gazete gazoz mazoz satar. Sabah Gazetesi'ni alıp taksiye binecekken, iki genç varoş, yanlarında bir ufak, büfeden 2 tane 'sosisli' istediler. 'Ne kadar?' dedi erkek olan, '6' diyince büfeci, dişi varoştan 'yuh' diye bi' ses çıktı... Evet, resmen yuh dedi... Sonra erkek varoş dişisine baktı, kız büyük ihtimalle kokan ağzı ve kıl sermesi dolu kollarıyla erkeğinin eline girdi ve 'gidelim' dedi, 'hadi, gidelim aşkım!'...
Aslına bakarsanız, bazı kelimelerin değerini, daha doğrusu 'derinliğini' kabul ediyorum ben de. Ancak bir süre sonra 'basitleyen', her kesimin, her durumun arkasından kullanıldıktan sonra 'ucuzlatılan' kelimeler bu kelimelerin çoğunu oluşturuyor... Mesela? Umut, sevgi, sadakat, aşk falan filan...
Mide bulandırıcı bir durumdu yukarıda bahsettiğim. İnsanlık evrimini tamamlıyamamış bir varoş bile kullanıyor artık; üzerine kitaplar, şiirler, şarkılar yazılan bu kelimeyi. Ve bunu herkese, her durumda açıkça söyliyebiliyor. İşte bu yüzden 'aşk' kelimesinden, 'aşkım' tabirimden nefret ediyorum, ucuzlatılmış, basit hale getirilmiş her sözcükten nefret ettiğim gibi.
'comer mi mierdo' desem mesela size? Kulağa hoş, kullanılası bir kelime gibi geldi, değil mi? Halbuki İspanyolca 'bokumu ye!' demekti bu cümle...
Güldünüz...
Gülün, çünkü ucuz bir cümle değildi okuduğunuz.
ve işte 'yapmıcam!'larınla delirtiyorsun beni, 'demicem!'lerime de katlanabilir misin?
Aslına bakarsanız, bazı kelimelerin değerini, daha doğrusu 'derinliğini' kabul ediyorum ben de. Ancak bir süre sonra 'basitleyen', her kesimin, her durumun arkasından kullanıldıktan sonra 'ucuzlatılan' kelimeler bu kelimelerin çoğunu oluşturuyor... Mesela? Umut, sevgi, sadakat, aşk falan filan...
Mide bulandırıcı bir durumdu yukarıda bahsettiğim. İnsanlık evrimini tamamlıyamamış bir varoş bile kullanıyor artık; üzerine kitaplar, şiirler, şarkılar yazılan bu kelimeyi. Ve bunu herkese, her durumda açıkça söyliyebiliyor. İşte bu yüzden 'aşk' kelimesinden, 'aşkım' tabirimden nefret ediyorum, ucuzlatılmış, basit hale getirilmiş her sözcükten nefret ettiğim gibi.
'comer mi mierdo' desem mesela size? Kulağa hoş, kullanılası bir kelime gibi geldi, değil mi? Halbuki İspanyolca 'bokumu ye!' demekti bu cümle...
Güldünüz...
Gülün, çünkü ucuz bir cümle değildi okuduğunuz.
ve işte 'yapmıcam!'larınla delirtiyorsun beni, 'demicem!'lerime de katlanabilir misin?
İbadet, boyun eğme midir?
Çoğu din dışı inanca sahip arkadaşımdan, konu teizme geldiğinde son olarak şu cümleyi duyuyorum: 'iyi tamam bir tanrı var olabilir, ama bu tanrı'ya boyun eğeceğim, tapacağım anlamına gelmez!'...
Kendini değil, insan ırkını üstün görmeden kaynaklanır bu cümle. Ben de, pek açıkça insan ırkını üstün görenlerdenim. Ancak, tanrı'nın yahut dinin varlığı hususunda, yine insan ırkını üstün kılabilecek iki görüşüm var:
Birincisi, önceki yazımda da bahsettiğim gibi, insan ırkının sonsuzluğu hususunda. Düşünebilen, yaratabilen, değiştirebilen ve kendi ırkına / doğaya emredebilen bir varlıktır insan. Bu tür çok yönlü bir varlığın sonu olması, yada yapacaklarının 'iyi / kötü-ödül /ceza' safhında karşılıksız kalmasını kabullenemiyorum ben. En basitinden güncel bir mesele olan Münevver Karabulut cinayetini ele alalım, uyar mı?
Olayın gerçekleştiği zaman & mekan belli... Adı kesinkes cinayete karışan iki kişi var: M.Karabulut & ve Cem Garipoğlu... Birisi, ÖSS'ye girmesine 103 gün kalan bir genç kız, diğeri; okumamasına karşın babasından gündelik 2.000$ harçlık alan biri...
Üst sınıf yaşam sürdüren C.G., artık alabileceği bütün zevkleri tadıp, sadistliğe yöneliyor, ve bir genç kızın hayatına son veriyor. Öyle yada böyle, hapiste, dışarda, kazada, C.G.'de geberiyor...
Hangi vicdana, bu ikisinin de aynı şekilde, salt materyal anlamda 'son' bulmalarının 'aynı' olduğuna inandırabilirsiniz ki?
İkinci nedene gelelim... Yani yazımın başında bahsettiğim 'boyun eğmeme' meselesi. Tanrı'ya boyun eğmemek için tapınmamak, ibadet etmemek...
Peki, size tek bir şey soracağım ve düşündükten sonra hep birlikte galip takımı belirleyeceğiz: İnsanın kendi egosuna baş kaldırması kadar büyük bir anarşi var mıdır?
Öyleyse ibadet etmek, görebileceğimiz en büyük baş kaldırı olmuyor mudur?...
Kendini değil, insan ırkını üstün görmeden kaynaklanır bu cümle. Ben de, pek açıkça insan ırkını üstün görenlerdenim. Ancak, tanrı'nın yahut dinin varlığı hususunda, yine insan ırkını üstün kılabilecek iki görüşüm var:
Birincisi, önceki yazımda da bahsettiğim gibi, insan ırkının sonsuzluğu hususunda. Düşünebilen, yaratabilen, değiştirebilen ve kendi ırkına / doğaya emredebilen bir varlıktır insan. Bu tür çok yönlü bir varlığın sonu olması, yada yapacaklarının 'iyi / kötü-ödül /ceza' safhında karşılıksız kalmasını kabullenemiyorum ben. En basitinden güncel bir mesele olan Münevver Karabulut cinayetini ele alalım, uyar mı?
Olayın gerçekleştiği zaman & mekan belli... Adı kesinkes cinayete karışan iki kişi var: M.Karabulut & ve Cem Garipoğlu... Birisi, ÖSS'ye girmesine 103 gün kalan bir genç kız, diğeri; okumamasına karşın babasından gündelik 2.000$ harçlık alan biri...
Üst sınıf yaşam sürdüren C.G., artık alabileceği bütün zevkleri tadıp, sadistliğe yöneliyor, ve bir genç kızın hayatına son veriyor. Öyle yada böyle, hapiste, dışarda, kazada, C.G.'de geberiyor...
Hangi vicdana, bu ikisinin de aynı şekilde, salt materyal anlamda 'son' bulmalarının 'aynı' olduğuna inandırabilirsiniz ki?
İkinci nedene gelelim... Yani yazımın başında bahsettiğim 'boyun eğmeme' meselesi. Tanrı'ya boyun eğmemek için tapınmamak, ibadet etmemek...
Peki, size tek bir şey soracağım ve düşündükten sonra hep birlikte galip takımı belirleyeceğiz: İnsanın kendi egosuna baş kaldırması kadar büyük bir anarşi var mıdır?
Öyleyse ibadet etmek, görebileceğimiz en büyük baş kaldırı olmuyor mudur?...
19 Haziran 2009 Cuma
ye ye yeee...

Hani bazen bedeniniz coşar da 'bişeyler yapmalıyım der', heh, heh! Onu diyorum işte.
Yok efendim evden araba kaçırmalar, kendisi evden çıkmalar, pencere önünde 'pederden' arakladığı 2 dal sigarayı korka korka tüttürmeler, ter atma çabaları falan filan...
Girmeyin efendim bu tarz atraksiyonlara. Müzik dinleyin. Hard core, yok yau, pardon, hard metal çıldırtmaları filan dinleyin. İyi gelir, hm?
E evet, şu anda canım bir taksi çevirip ön koltuğunda son ses radyo dinlerken taksiciyi 'ti'ye almak istiyor olabilir. Yanımda belki Seyit-Hamza ikili fırlaması da olabilir taksiciyi ti'ye alırken. Olamaz mı?
Hem sizene bundan? Uykunuz var da bu boş yazımı mı okuyo'sunuz? Bak, biri gelir de: 's.git aq bu ne?!' diyebilir yani.
Umrumda değil, haala taksideyim ben...
oha!..
18 Haziran 2009 Perşembe
Ölüm...
Orhan Pamuk'un 'Sessiz Ev' kitabında bir aile büyüğü vardır; düşünce ve yaşayış alanında tam batılılaşmayı savunan, tıp ve hukuk alanlarında doktora yapmış bir büyük...
Bu doktor, insanlara 'Tanrı' diye bir şey olmadığını, inançların tam bir aldatmaca olduğunu, her şeyin materyalist temellere dayandırılabileceğini kanıtlamak amacıyla bir ansiklopedi yazmaktadır. Aşkı, vicdanı, umudu, hastalıkları ve duanın çaresizliklerini kendince ansiklopedi raconunda anlatan doktor, en sonunda 'Ö' harfine gelmiştir... İlk olarak ölümü işleyecektir; felsefi / ilmi kaynaklardan bunu araştırmaya başlar ve kendine şu soruyu sorar: 'Ahiret yoksa, ölümden sonra olacak şey nedir?'...
Cevabı bulduğunda ise, tamamen doğu gelenekleri üzerine yetiştirilmiş, genel olarak sessiz ancak yaşlanınca kitapta okuyabileceğiniz üzere çekilmez olan eşine koşar, ve der ki: 'Hiç bir şey!'
Evet, yanıt 'hiç'tir; 'hiçbir şey'dir...
Ölmek, materyalist felsefenin de kabul ettiği bir gerçektir. Peki ya hiçlik? Nihilist felsefe diyecekseniz, alakası yok diyeceğim...
Çünkü nihilizmi yaratan hemen hemen Nietzsche'dir ve 'hiç' olanı gelenek olarak görür, ahlak olarak, bağımsızlığa engel olan herşey olarak görür...
Ölümden sonra olan 'hiç'lik ise, yalnızca hiçliktir. Sıfırdır, karanlıktır, bitmişliktir...
Ben de ölüm konusunda tam olarak bu noktaya ayak basmak istiyordum: Öldükten sonra hiçliği kabul etmek, bana göre muazzam bir cesarettir. Çünkü insan ırkı üstündür ve sonu olamayacak kadar yücedir. Bunu ister 'yaradan'a bağlayın, ister ay'a, güneş'e, öküze; allah'a, yehova'ya yahut kutsal ruhlara...
Kimsenin inancını tartaracak, mantık aratacak değilim. Herkesin inancı kendinedir. Zaten burada üzerinde durduğum şey 'din' yahut 'inanç' değil, 'sonsuzluk' kavramı...
Şimdi ölümden sonra sıfırı bulacaklarına inananlara seslenmek istiyorum: 'Bu sizi gerçekten korkutmuyor mu?'...
16 Haziran 2009 Salı
Mehmet Topuz, kurumsal bir mücadeleydi...
Yaklaşık 3-4 gün önce, hadi bir hafta olsun, şu yorumları yazmıştım M.Topuz transferi konusunda: "Çıldırtmasınlar adamı, ya sike sike oynayacak Topal, yada Aziz'in dediği gibi 15 Milyon €'yu veren alacak ulan!.. "
Eh, biraz sinirliyken yazmış olabilirim bu cümleyi, ama olsun, buna değdi.
Yok, oyuncu bir mal değilmiş de....
İstediği yerde oynamalıymış, Fenerbahçe aradan çekilmeliymiş de...
Binbir tantana döndü Beşiktaş camiası adına. Biz? Hiç kasmadan, resmiyette olanı gerçek baz alarak sitemize ekledik: 'M.Topuz Fener'de' diye...
Sonuç?
M.Topuz Fenerbahçe'de...
3. takım beşiktaşta melül melül baksın etrafına, 'biz nerede hata yaptık' diye...
Eh, biraz sinirliyken yazmış olabilirim bu cümleyi, ama olsun, buna değdi.
Yok, oyuncu bir mal değilmiş de....
İstediği yerde oynamalıymış, Fenerbahçe aradan çekilmeliymiş de...
Binbir tantana döndü Beşiktaş camiası adına. Biz? Hiç kasmadan, resmiyette olanı gerçek baz alarak sitemize ekledik: 'M.Topuz Fener'de' diye...
Sonuç?
M.Topuz Fenerbahçe'de...
3. takım beşiktaşta melül melül baksın etrafına, 'biz nerede hata yaptık' diye...
14 Haziran 2009 Pazar
Bir Sivil Mücadele: 'Taraf vs. Genelkurmay'

Sivil Mücadele diyince, aklınıza hemen Gandhi geliyordur... Mahatma Gandhi, hani şu, ortada bir yanlışlık olduğunu görünce ayaklanma çıkartan, içeri tıkıldığında bile grevini devam ettiren, 'düzen yöneticilerinin kendisini yönetemediğini' göstermeye çalışan merhum abimiz... Hatırladınız umarım, efendim?
Güzel...
Son zamanlarda da, Genelkurmay'ın çirkeflikleri ve Taraf Gazetesi'nin (alkım yayın) askere, dava açmaya gidebilecek kadar 'kafa tutması' bana tam da bu ismi hatırlattı: Gandhi!
Sivil mücadele...
Sivilin mücadelesi...
Yada ondan da önce, 'ben yönetiyorum ulan!' deme alışkanlığından hala kopamamış askerin çirkeflikleri...
Ne çirkefliği mi?
Gazete toplatılması...
16 yaşında bir kızın telefonlarının dinletilmesi...
Sınırdaki karakol baskınında 'göt olduktan' sonra, suçlamaları üstüne almayıp, karakteristik alışkanlığı olan diktalığa yönelmesi...
Yeter mi?
Yetmeeez...
Memleketin 'darbe, kemalizm, Atatürkçülük' diye, M.Kemal'le uzaktan yakından alakası olmayan ideolojilerle anasını sikmesi...
Atatürk yolunda askermiş, ananelerini kandırsınlar amına koyayım, ne Atatürkçülüğü...
Atatürk değil miydi askeriyeyi kesinkes siyasetten ayıran?
Atatürk cumhurbaşkanıyken, genelkurmaylık bu kadar gündemde oldu mu, olabildi mi hiç? Hayır... O zaman? Neyin Atatürkçülüğü oluyor abi bu, biri anlatabilir mi biri bana?
Neyse, tekrar konumuza dönelim, sivil mücadele diyorduk...
Taraf Gazetesi, Alkım Yayınevi, Başar Arsalan, Ahmet Altan, Rasim Kütahyalı, Ayşe Hür...
Hepiniz, birer Gandhi'cisiniz!..
Alışılmışın dışında, mücadele edilemez gözüken bir kuruma kafa tutuyor, kalkan ve kılıç olarak gerçekleri kullanıyorsunuz. Onlar ise, bürakrasi-asker kuvvetine güveniyor, gazete toplatıyor, darbecileri resmen kanatları altına alıyor: Çirkefe yatıyor!..
Kimse bilmese de, bu topraklarda ilk askeri darbeyi Yavuz Sultan Selim yapmıştır, başarıya ulaşan ilk darbe onun komutasındadır...
Ama devir ne onun devri, ne artık Kenan sikkafası var, ne Türkeş gibi ABD'ci maymunlar var, ne de bu derece aptal ve sönük bir halk var...
Ha, bu saydıklarım da var, var tabii, niye olmasın?
Ama 'tarafçılar', liberal-demokratlar, sivil mücadeleciler olduktan sonra, kime, nasıl dokunayacağınızı sanıyorsunuz abilerim?
Boynu kırık bir kuvvetin baş kaldırısıdır bu, kimse küçümsemesin!...
9 Haziran 2009 Salı
Alo? Evet, evlenmek istiyirdim...

Esra Erooool... nasıl bebeğim? Bu yazıyı okumayacağını ben de biliyorum hayatım, o yüzden rahatça sana olan aşkımı açıklayabilirim burdan bi'tanem.
O kadar seviyesiz, çirkin ve iticisin ki, dayanamıyorum sana. Günde 10 kere dinlediğim şarkıyı da sana armağan ediyorum bacaklarına kurban olduğum. Sen benim için 'fairytale'sin anam, tamam mı?
şi is e feeirii teeeylll....
8 Haziran 2009 Pazartesi
'En seksi' seçilmiş...

Eurovision'da bu sene de hak ettiğimizi aldık, ama bir başarımız varmış. Meğersem Hadise, yarışmanın 'en seksi' hatunu seçilmiş.
Gerçi bu fotoğrafa bakınca, pek de bir yarışmadan en seksi çıkıcak kadın görünümü vermiyor Hadise, ama olsun, nereye bakıldığı önemli, kanıtlayalım mı?

hoops, alo?! bak seksi seçilmiş diyorum, aloo?!... yüzü de pek tatlı, di' mi?..

Topuz'unu kaçırmayın, aman!...
Saçma sapan işlere döndü iyi mi transfer, bonservis bizde, haala 'Beşiktaşlıyım' yalanları dönüyor ortada. Köpek, kaç para karşılığında yaptın bu açıklamaları?
3 sene önce 'Galatasaraylıyım' derken iyiydi...
Rıdvan Dilmen'i 2 hafta önce arayıp 'Fenere gelmek istiyorum, Fenerbahçeliyim' de dedin... Ne sikimsin oğlum sen?
Çıldırtmasınlar adamı, ya sike sike oynayacak Topal, yada Aziz'in dediği gibi 15 Milyon €'yu veren alacak ulan!..
3 sene önce 'Galatasaraylıyım' derken iyiydi...
Rıdvan Dilmen'i 2 hafta önce arayıp 'Fenere gelmek istiyorum, Fenerbahçeliyim' de dedin... Ne sikimsin oğlum sen?
Çıldırtmasınlar adamı, ya sike sike oynayacak Topal, yada Aziz'in dediği gibi 15 Milyon €'yu veren alacak ulan!..
6 Haziran 2009 Cumartesi
Montaigne: 'Aşka Dair'
Aşk kelimesine benim gibi uyuz olanlardan mısınız? Öyle olmalısınız. Yalama olmuş hiçbir kelimeyi sevmediğim gibi, herkesin her yerde kullandığı bu aşağılık kelimeden de nefret ederim, ucuzlatılmış hiçbir kelimeyi sevmediğim gibi...
Her neyse, konumuza gelirsek, Fransız entellektüel Montaigne, bu kavramı, 'le amour' kavramını işliyor 'Denemelerim' adlı eserinin bir bölümünde.
Realist yaklaşımı ve aşırı gözlemciliği dikkatimi çekti doğrusu, güzel bir deneme olmuş, burada bir kısmını paylaşıyım dedim, buyrun:
Aşk için tüm kitapları bir kenara bırakıp konuşmak gerekirse, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada ulaşmaktır aşk, gibi geliyor bana. (...) Sokrates'e göre de aşk, güzelliğin arzusuyla çoğalma arzusudur. Bu arzu, boşalmaz hazzı alınacak tad, çoğu insan tarafından ayıplanıyor. Niçin? Tanrı istemediği için. (...) Ey insan, derdin az mı ki, kendine yeni dertler arıyorsun? Doğanın sana sunduğu bütün yararlı işleri bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı yeni işler çıkarıyorsun kendine? (...) Mahalle papazının sana emrettiği tüm işlere bağlanırsın, Tanrı'nın, doğanın emirleri umrunda olmaz, güzellekleri ve hazzı ayıp, çirkin sayarsın. Bunları bir düşün, tüm ömrün böyle geçiyor...
Seni de seviyoruz Montaigne... (=
Her neyse, konumuza gelirsek, Fransız entellektüel Montaigne, bu kavramı, 'le amour' kavramını işliyor 'Denemelerim' adlı eserinin bir bölümünde.
Realist yaklaşımı ve aşırı gözlemciliği dikkatimi çekti doğrusu, güzel bir deneme olmuş, burada bir kısmını paylaşıyım dedim, buyrun:
Aşk için tüm kitapları bir kenara bırakıp konuşmak gerekirse, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada ulaşmaktır aşk, gibi geliyor bana. (...) Sokrates'e göre de aşk, güzelliğin arzusuyla çoğalma arzusudur. Bu arzu, boşalmaz hazzı alınacak tad, çoğu insan tarafından ayıplanıyor. Niçin? Tanrı istemediği için. (...) Ey insan, derdin az mı ki, kendine yeni dertler arıyorsun? Doğanın sana sunduğu bütün yararlı işleri bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı yeni işler çıkarıyorsun kendine? (...) Mahalle papazının sana emrettiği tüm işlere bağlanırsın, Tanrı'nın, doğanın emirleri umrunda olmaz, güzellekleri ve hazzı ayıp, çirkin sayarsın. Bunları bir düşün, tüm ömrün böyle geçiyor...
Seni de seviyoruz Montaigne... (=
Üniversiteli Tayfun ve Maceraları... #1
İlk fotoğrafçılık başvurumda, şansın böylesi, 2. günümde moda ayı dolayısıyla defile düzenleneceği haberi geldi ajansa. "Hop!" dedi patron, "yeni gelen çocuğu gönderin odama"...
Kapısını tık tıkladım, hödük gibi girmemek için yavaşça kolu çevirdim, belden eğilerek kafamı eğdim ve 'girebilir miyim' anlamında kafa salladım. Hiç konuşmadı, el hareketiyle koltuğu gösterdi, ve "Tayfun" dedi, "şu makineyi ve zarfı al, marifetini beğenirsem zarfın geri kalanını da vericem"...
Makine, tabii ki fotoğraf makinesi. Zarfta ne olabilir? Para, para! Koca götlü çok da cebinde akrep çıkmadı yani, sevdim bu iş yerini.
Defileye yalnızca 4 saat 24 dk. var. Kıyafet almam gerekir mi? Hem Florya'ya burdan taksi, nerden baksan 100'ü aşar... Tramvay-otobüs filan, en az 2 saat. Defileden 1 saat önce de orda olmam gerektiğine göre, en, en, en fazla 1.5 saatim kaldı ulan!
Hemen daireye koştum. Üniversiteden kalma dostlarımla kaldığım, aynı pisli ev burası: 'Bekar evi' bahanelerine gelmeyin sakın, hem ben artislik olsun diye pis dedim, haşa, bal dök yala! Geceden kalma bira şişeleri, Ukraynalı fahişelerin döktükleri kıllar, boy boy kasetler ve iğrenç kokan çoraplar var salonda, ıy, ıy! Bakmayın rahatça bi' çırpıda bunları söylediğime, evde titiz hastası Tayfun derlerdi bana, seksin ve içkinin unutulmaz tadını aldıktan sonra istemez oldum bu kırıntılar gitsin, temizlensin... Pis değil çünkü onlar, hepsi birer 'one night relationship's black'... Bir gün sonra 2 haftada bir gelen hizmetçi gelir, temizler, biz de unuturuz nasıl olsa.
Lafa daldım yine, giyinmeyi unuttum. Heh, heh, güzel, o beyaz gömlek altına bi pantolon çekerim, bi' de üstüne ceket, (bu sıcakta? hasiktir!) tamam işte...
(3.5 saat sonra...)
Podyum şu an rahat gibi, gazateci arkadaşlar ve modacılar geldi, tamı tamına da 24 manken varmış gösteride, evet, 24! makinemle içeriyi koloçon ediyodum, ne çekilir, ne çekilmez, hadsizlik yapar mıyım, yoksa bu işi gözümde çok mu büyüttüm, mankenlerin dere gibi sırtlarına ve sütün bacaklarına çok mu bakıyorum, baktığım belli oluyor mu, yine iki elle bi siki doğrultamıycak mıyım falan filan...
Herkes yerini de aldı, mankenler makyaj hazırlığı için soyunma odasına girdi, gazeteci, fotoğrafçı ve kameramanlar bir noktaya yöneldiler, ben de sürüye dahil olmak için adımlarımı hızlandırdım. "Bakar mısınız" dedi bir kadın sesi: "...?! işi için mi geldiniz?" ooo oh, ne dedin sen be ablam? Demedim tabi, "evet" dedim "fotoğraf işte!"...
Kolumdan tuttu hiddetle, soyunma odasına götürdü, "buradan başla o zaman!" dedi, şaşırdım, devam ettim ve makineme sarıldım...
Peki ya beni niçin buraya sürüklemişti? Defile dergisi ön sayfa çekimleri için mi? Bir an çıkıp gitmek istedim, ama beyaz, esmer, yanmış ve pürüzsüz bacakların telaşla koşuşturması, elbise değiştirme heyecanından, sanki zevkten dört köşe olmuş meme uçlarının öne fırlaması, bu rahatlık görüntüsü beni hazdan delirtiyordu! Olduğum yerde kalakaldım, her önümden geçen mankene çarpıyor, yanlışıkla olmuş gibi ayakkabı bağlarken organlarını seyrediyor, kendimi firavun gibi hissediyordum!
Derken hiddetle ıslanmaya başladım, nereden geliyordu bu su? Bu gülüşmeler ve güm-gümler? Bel altı damarlarımda bir kımıldanma hissettim, 'big bang'i bir kez daha yaşayarak uykumdan uyandım, makinemi de, hurilerimi de, zevkimi de rüyamda bıraktım, ve banyo yapıp üniversite yolunu tutmak için uyandım!...
Kapısını tık tıkladım, hödük gibi girmemek için yavaşça kolu çevirdim, belden eğilerek kafamı eğdim ve 'girebilir miyim' anlamında kafa salladım. Hiç konuşmadı, el hareketiyle koltuğu gösterdi, ve "Tayfun" dedi, "şu makineyi ve zarfı al, marifetini beğenirsem zarfın geri kalanını da vericem"...
Makine, tabii ki fotoğraf makinesi. Zarfta ne olabilir? Para, para! Koca götlü çok da cebinde akrep çıkmadı yani, sevdim bu iş yerini.
Defileye yalnızca 4 saat 24 dk. var. Kıyafet almam gerekir mi? Hem Florya'ya burdan taksi, nerden baksan 100'ü aşar... Tramvay-otobüs filan, en az 2 saat. Defileden 1 saat önce de orda olmam gerektiğine göre, en, en, en fazla 1.5 saatim kaldı ulan!
Hemen daireye koştum. Üniversiteden kalma dostlarımla kaldığım, aynı pisli ev burası: 'Bekar evi' bahanelerine gelmeyin sakın, hem ben artislik olsun diye pis dedim, haşa, bal dök yala! Geceden kalma bira şişeleri, Ukraynalı fahişelerin döktükleri kıllar, boy boy kasetler ve iğrenç kokan çoraplar var salonda, ıy, ıy! Bakmayın rahatça bi' çırpıda bunları söylediğime, evde titiz hastası Tayfun derlerdi bana, seksin ve içkinin unutulmaz tadını aldıktan sonra istemez oldum bu kırıntılar gitsin, temizlensin... Pis değil çünkü onlar, hepsi birer 'one night relationship's black'... Bir gün sonra 2 haftada bir gelen hizmetçi gelir, temizler, biz de unuturuz nasıl olsa.
Lafa daldım yine, giyinmeyi unuttum. Heh, heh, güzel, o beyaz gömlek altına bi pantolon çekerim, bi' de üstüne ceket, (bu sıcakta? hasiktir!) tamam işte...
(3.5 saat sonra...)
Podyum şu an rahat gibi, gazateci arkadaşlar ve modacılar geldi, tamı tamına da 24 manken varmış gösteride, evet, 24! makinemle içeriyi koloçon ediyodum, ne çekilir, ne çekilmez, hadsizlik yapar mıyım, yoksa bu işi gözümde çok mu büyüttüm, mankenlerin dere gibi sırtlarına ve sütün bacaklarına çok mu bakıyorum, baktığım belli oluyor mu, yine iki elle bi siki doğrultamıycak mıyım falan filan...
Herkes yerini de aldı, mankenler makyaj hazırlığı için soyunma odasına girdi, gazeteci, fotoğrafçı ve kameramanlar bir noktaya yöneldiler, ben de sürüye dahil olmak için adımlarımı hızlandırdım. "Bakar mısınız" dedi bir kadın sesi: "...?! işi için mi geldiniz?" ooo oh, ne dedin sen be ablam? Demedim tabi, "evet" dedim "fotoğraf işte!"...
Kolumdan tuttu hiddetle, soyunma odasına götürdü, "buradan başla o zaman!" dedi, şaşırdım, devam ettim ve makineme sarıldım...
Peki ya beni niçin buraya sürüklemişti? Defile dergisi ön sayfa çekimleri için mi? Bir an çıkıp gitmek istedim, ama beyaz, esmer, yanmış ve pürüzsüz bacakların telaşla koşuşturması, elbise değiştirme heyecanından, sanki zevkten dört köşe olmuş meme uçlarının öne fırlaması, bu rahatlık görüntüsü beni hazdan delirtiyordu! Olduğum yerde kalakaldım, her önümden geçen mankene çarpıyor, yanlışıkla olmuş gibi ayakkabı bağlarken organlarını seyrediyor, kendimi firavun gibi hissediyordum!
Derken hiddetle ıslanmaya başladım, nereden geliyordu bu su? Bu gülüşmeler ve güm-gümler? Bel altı damarlarımda bir kımıldanma hissettim, 'big bang'i bir kez daha yaşayarak uykumdan uyandım, makinemi de, hurilerimi de, zevkimi de rüyamda bıraktım, ve banyo yapıp üniversite yolunu tutmak için uyandım!...
5 Haziran 2009 Cuma
'Kürt' Sorunu...
Sorun?
Sorun...
Yani, kendisinden kaynaklı bir problemin, artık çözülemez hadde gelmesi, 'dert' haline dönüşmesi değil mi bu "sorun"?..
Kürt ırkı, Kürt milleti mi yani bu sorun? Hm, hadi öyle olsun.
Ama aklıma oturmayan bi' şeyler var...
Ben tanıdığım hiçbir Kürt ile sorun yaşamadım, evrensel yada ulusal biçimde çevreye zarar verdiğini görmedim. En azından bu zararı 'Kürt' olduğu için yaptığı hissine, bu faşizanlığa asla ve asla kapılmadım.
Ama Diyarbakır Cezaevini duydum, okudum. Sırf Kürt oldukları için kendi sıçtıklarını yiyen, cinsel anlamda psikolojileri alt üst edilen kardeşlerimden haberdarım ben.
Yada İstiklal Mücadelesinde, ölen 5.500 askerin (yaklaşık ve fazla) 4.000'inin Kürt olduğunu biliyorum, duydum, okudum. Aynı zamanda 'Büyük Şey' pardon, 'Şef' İnönünün, ilk dış işleri bakanımızın: "Bu topraklarda tek ırk vardır, o da Türklüktür. Diğer milletler yalnızca bu varlığa kölelik için topraklarımızda barınabilir!" deme cesaretini, bu orospu evlatlığını söyleme faşizanlığına göz yumduğunu da biliyorum, duydum, okudum.
Kürt Sorunu öyle mi?
PKK terör örgütünün çalışmalarını, utanmadan bir millete bırakmanın tohumu öyle mi, Kürt Sorunu?
Türk faşistliği yaparken 'iyi', Kürt faşistliği yaparken 'sorun' öyle değil mi?
Savaşların, kanların, cezaevi rezilliklerinin unutulup, gladio'nun kendi yarattığı ve beslediği gücü cezalandırma girişimi bu sorun, öyle değil mi?...
Kürt Sorunu?
Sorun...
Peh!...
Sorun...
Yani, kendisinden kaynaklı bir problemin, artık çözülemez hadde gelmesi, 'dert' haline dönüşmesi değil mi bu "sorun"?..
Kürt ırkı, Kürt milleti mi yani bu sorun? Hm, hadi öyle olsun.
Ama aklıma oturmayan bi' şeyler var...
Ben tanıdığım hiçbir Kürt ile sorun yaşamadım, evrensel yada ulusal biçimde çevreye zarar verdiğini görmedim. En azından bu zararı 'Kürt' olduğu için yaptığı hissine, bu faşizanlığa asla ve asla kapılmadım.
Ama Diyarbakır Cezaevini duydum, okudum. Sırf Kürt oldukları için kendi sıçtıklarını yiyen, cinsel anlamda psikolojileri alt üst edilen kardeşlerimden haberdarım ben.
Yada İstiklal Mücadelesinde, ölen 5.500 askerin (yaklaşık ve fazla) 4.000'inin Kürt olduğunu biliyorum, duydum, okudum. Aynı zamanda 'Büyük Şey' pardon, 'Şef' İnönünün, ilk dış işleri bakanımızın: "Bu topraklarda tek ırk vardır, o da Türklüktür. Diğer milletler yalnızca bu varlığa kölelik için topraklarımızda barınabilir!" deme cesaretini, bu orospu evlatlığını söyleme faşizanlığına göz yumduğunu da biliyorum, duydum, okudum.
Kürt Sorunu öyle mi?
PKK terör örgütünün çalışmalarını, utanmadan bir millete bırakmanın tohumu öyle mi, Kürt Sorunu?
Türk faşistliği yaparken 'iyi', Kürt faşistliği yaparken 'sorun' öyle değil mi?
Savaşların, kanların, cezaevi rezilliklerinin unutulup, gladio'nun kendi yarattığı ve beslediği gücü cezalandırma girişimi bu sorun, öyle değil mi?...
Kürt Sorunu?
Sorun...
Peh!...
4 Haziran 2009 Perşembe
Bu boku seviyorum.
Bilgisayar oyunlarının hemen hemen hepsinden nefret ediyorum. Hayatım boyunca da yalnızca sabi sübyan dönemlerimde Counter-Strike 1.5 / 1.6 filan oynardım, o kadar yani. Zaten oynayamazdım da doğru düzgün. (ne diyim yani, he?)
Ama asıl oyunun kefyi, PlayStation 2-3 (fark etmiyor pek, salt grafikfarkı var!) denilen melette. Bağımlılık yapan şey de o, zevk veren de, hırs yaptıran da.
Tabi öyle, evine alıp mal gibi tek başına değil, belirli, hep sabit kalan bir grupla oynıycaksın. Tamam mı?
Hadi bakalım...
Ama asıl oyunun kefyi, PlayStation 2-3 (fark etmiyor pek, salt grafikfarkı var!) denilen melette. Bağımlılık yapan şey de o, zevk veren de, hırs yaptıran da.
Tabi öyle, evine alıp mal gibi tek başına değil, belirli, hep sabit kalan bir grupla oynıycaksın. Tamam mı?
Hadi bakalım...
2 Haziran 2009 Salı
1 Haziran 2009 Pazartesi
Neden?...
Eskiden her gece kulağımdan düşmeyen kulaklığımla, şimdiyse yalnızca 2-3 haftada ancak bir kez dinleyebildiğim bir radyo programı var: Matrax / Zeki Kayahan Coşkun.
Çok da aman aman güldürmüyor programcı, arada bir espri patlatıyorsa, belki hani... Ama programın doğal hali çok çekici. Maskotları, organizasyonları, sevimli bir anarşi kokan eylemleri, hoş, çok hoş gerçekten.
(Meraklısı için, Alem Fm'dedir efendim, her gece 23:00-02:00 arası yayınlanır, ama siz 00:00'da falan başlayın dinlemeye, gerisi fasa fiso...)
O programdan esinlenerek açtım bu denemeyi de, "anlam veremediklerimiz" diye bir konu var orada, ilginç mesajlar yağıyor dinleyicilerden...
Mesela, niçin banka kuyruğunda bekliyen insanlar, numarasını bilmesine rağmen, inatla ve ısrarla her numara elektronik tabelada gösterildikten sonra, tekrar ve tekrar kendi numaralarına bakarlar? He, niçin?
Yada, niçin 1'e giden, 7 yaşında bir sübyan, her sabah bu ülkedeki farklı milleyetleri yok saydığına ve sayacağına dair, emin yolda(!) yürüdüğüne yemin etmektedir?..
Niçin kiraz yeme işlemi, kiraz bitene kadar durdurulamaz?..
Ergenlik döneminde yatağı kirlenen hep mi erkekler olmuştur şey ettiğim dünyasında, he?
Ajda Pekkan niçin Hande Ataizi'den taş gözüküyordur ve niçin Kıvanç Tatlıtuğ benzi atmış Meltem Cumbul'la birliktedir? (oha lan!)
Yada, Fenerbahçe niçin asla yüz güldürmüyor? İnatla, he?..
Niye Ferhat Göçer adam yerine konuyor ve niye Serdar Ortaç ibnenin de önde gideni?
He dünya, niye lan?!..
Çok da aman aman güldürmüyor programcı, arada bir espri patlatıyorsa, belki hani... Ama programın doğal hali çok çekici. Maskotları, organizasyonları, sevimli bir anarşi kokan eylemleri, hoş, çok hoş gerçekten.
(Meraklısı için, Alem Fm'dedir efendim, her gece 23:00-02:00 arası yayınlanır, ama siz 00:00'da falan başlayın dinlemeye, gerisi fasa fiso...)
O programdan esinlenerek açtım bu denemeyi de, "anlam veremediklerimiz" diye bir konu var orada, ilginç mesajlar yağıyor dinleyicilerden...
Mesela, niçin banka kuyruğunda bekliyen insanlar, numarasını bilmesine rağmen, inatla ve ısrarla her numara elektronik tabelada gösterildikten sonra, tekrar ve tekrar kendi numaralarına bakarlar? He, niçin?
Yada, niçin 1'e giden, 7 yaşında bir sübyan, her sabah bu ülkedeki farklı milleyetleri yok saydığına ve sayacağına dair, emin yolda(!) yürüdüğüne yemin etmektedir?..
Niçin kiraz yeme işlemi, kiraz bitene kadar durdurulamaz?..
Ergenlik döneminde yatağı kirlenen hep mi erkekler olmuştur şey ettiğim dünyasında, he?
Ajda Pekkan niçin Hande Ataizi'den taş gözüküyordur ve niçin Kıvanç Tatlıtuğ benzi atmış Meltem Cumbul'la birliktedir? (oha lan!)
Yada, Fenerbahçe niçin asla yüz güldürmüyor? İnatla, he?..
Niye Ferhat Göçer adam yerine konuyor ve niye Serdar Ortaç ibnenin de önde gideni?
He dünya, niye lan?!..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)